Ocak ayı raporu

Yeni yıla girerken eski alışkanlıkları bir kenara bırakıp farklı şeyler yapmak için gaza gelenler, evet siz, hoşgeldiniz. Yılın ilk ayında bu mecranın kuruluş amacını oluşturan bilim kurgudan uzaklaşıp gerçek hayatın sillesini yemek gibi bir karar aldım. Keyifli olduğu kadar acıklı bir karar oldu. Bu ay alanım dışı sayılabilecek tam 8 adet film izledim. Bu yazıyla birlikte ağlamaktan helak olacağınız filmler önermekle kalmayıp biraz da Oscar adaylarını konuşacağım. Yazı spoiler içermeyecek, gönül rahatlığıyla okuyabilirsiniz.

ROMA


Biraz mutsuzken okuduğunuz ve tam kalbinizin kırıklarıyla örtüşen şiirler vardır ya. İşte Roma özetle öyle bir eser. Alfonso Cuaron'un çocukluğundan esinlendiği, en kişisel ve en dokunaklı eseri. Siyah-beyaz oluşu, başrol oyuncusunun oyunculuk deneyiminin olmaması gibi günümüz filmleriyle kıyaslanınca eksiklik yaratabilecek seçimler Roma'yı bir o kadar yüceltmiş. Filmi izlerken sadece bir hizmetçiyi, bir aileyi ya da bir mahalleyi izliyormuş gibi değil saydığım her şeyi dünyadan habersiz bir çocuğun gözünden göründüğü gibi çok detaya girmeden ama kurulan bağlantıları da kaçırmadan izliyoruz. Güçlü kadın profilleri ile dönemin şartlarını, aile kurumunu ve karşılıksız sevgiyi anlatan ve bazı sahneleriyle hüngür hüngür ağlatan bu şaheser bence 2018 yılının en iyi filmi.

BLACKkKLANSMAN


Spike Lee yönetmenliğinde, başrollerinde John David Washington ve Adam Driver'ı gördüğümüz bu film gerçek bir öyküden uyarlanmış. Ku Klux Klan'e giren bir zenci temelinde gelişen olayları izliyoruz. Irkçılığa karşı bir bilinç oluşturmak ve bu tarz uç kesimleri bu konu hakkında bilgisi olmayan insanlara tanıtmak açısından başarılı bir film. Kıyafetler ve müzikler gayet renkli ama bir şeyler oturmuyor. Belki de bulunduğumuz zaman-mekan ile alakalı bir sorun bu. Artık sırf birinin ten rengi senle aynı değil diye örgüt kurup işkenceyle öldürmeli olaylar olmuyor (kesin oluyordur ama benim haberim yoktur gibi bir his doğdu içime). O yüzden bu tarz filmler eğitici-öğretici olmak dışında bana pek bir şey katmıyor ve izlediğim şeyin sanat değeri taşıması için bundan fazlasına ihtiyacım var. Adam Driver'ın oyunculuğunu oldum olası beğendiğim için bu filmde de benim için en göze çarpan isim kendisi. Film, Klan ve ırkçılık meselesi hakkında bir şeyleri okumaktan ziyade izleyerek anlamak isterseniz önerebileceğim bir filmden öteye gidemiyor maalesef.

FIRST MAN



Ben burada bir şeyler yazarken, siz bunları okurken, başka topraklarda başka işler yapılırken kısacası kimsenin kendi küçük çemberi dışında olan bitenden haberi yokken birileri çok büyük işler yapıyor. Bizler doğmadan önce de yaptılar. Yapılan bu işleri sanatla yoğurup izleyiciye sunmak, kendi küçük çemberinde didinen ve bir ışık görmek isteyenler için hazine. Biyografi filmlerinden pek haz etmediğimi belirtmem lazım. Başı ve sonu belli hikayeler bir noktada izleyicinin merakını öldürüyor gibi hissediyor-dum. Geçmiş zaman çünkü Damien Chazelle bu noktada nasıl olduğunu hala anlamadığım bir şekilde muhteşem bir iş çıkarmış. Neil Armstrong'un hayatının anlatıldığı First Man, Chazelle'in filmlerinde en öne çıkan detay olan müziğin katkısıyla herkesin bildiği hikayeyi heyecanın dozunu düşürmeden bizlere anlatıyor. Tabi bunda Armstrong'u canlandıran Ryan Gosling'in de payı oldukça büyük. Gerçek hayatla iç içe ama bir o kadar da olağandışı bir durumu izlediğimiz için First Man'i izledikten sonra hayatınızı önemli ölçüde etkileyecek kararlar alırken benzer bir senaryo oluşturabiliyorsunuz. En azından ben oluşturdum :D. Yılın en underrated filmi oluşu da First Man'in kaliteli bir yapım olduğunun ispatı.

COLD WAR



Herkesin birbirinden farklı aşk tanımı ve aşkı yaşayış şekli vardır. Onlardan birini siyah-beyaz, bol müzik ve drama ile, Pawlikowski'nin yönetmenliğinde izliyoruz. Soğuk savaşın gölgesinde, siyasi gerilim ve yöresel müziklerle iç içe, 10-15 yıla yayılan Wiktor ve Zula arasındaki ilişkiyi anlatan bu filme iki bakış açısıyla yaklaşmak mümkün. Başta dediğim gibi bir aşk filmi olarak okursanız bu film temel özellikleri birbirinden farklı ama ortak paydada buluşabilen iki insan arasındaki ilişkiyi anlatırken soğuk savaş döneminin siyasal politikaları çerçevesinde düşündüğünüzde o dönem ülkelerinin değişimi, gelişimi ve birbirleriyle ilişkisini de yansıtıyor. Ben filmi bahtsız bir aşk hikayesi olarak okumayı tercih ettim ve tabi ki bazı sahnelerinde hüngür hüngür ağladım. Her iki şekilde de hem klasik aşk hikayelerine hem de sıkan, boğan siyasi göndermeli filmlerden uzak, farklı bir film. Benim çıkardığım önemli ders ise; seviyorsanız konuşun bence.

A STAR IS BORN


Bu filmle ilgili sadece iki güzel şey var; Lady Gaga'nın oyunculuğu ve Shallow. Film yapmak ile ilgili çoğu şeyi bilmememe rağmen Bradley Cooper'ın kamera başına oturup hadi şu lensi deneyelim hadi diğer sahneye şöyle zıplayalım şeklinde kararlar aldığına eminim. Hem yönetmenlik hem de senaryo açısından kararsız ve anlamsız olan bu film, Lady Gaga ile biraz daha mantıklı olmuş. Lady Gaga ne kadar yılların oyuncusu gibi oynadıysa Bradley Cooper bir o kadar karakterin duygu değişimini oyunculuğuyla ifade edememiş. İlk görüşte aşk ve şans gibi soyut ve gerçekliği şüpheli olgularla bir yıldızın doğuşundan ziyade bir yıldızın fırlatılmasına şahit oluyoruz. Ha bir de müzikler güzel. Sanırım bu yılın en overrated filmi.

GREEN BOOK



Son zamanların en revaçta olan konusu hiç kuşkusuz ırkçılık. Bana kalırsa bu tarz önemli ve hassas konulardan ne kadar bahseder, ne kadar ön plana çıkarırsak bir o kadar da değersizleştirme riskini kabul etmiş oluyoruz. Aynı konular daha çok izlendikçe daha çok normalleşiyor. Özetle ırkçılık ekseninde bir İtalyan ile bir zencinin arkadaşlığını anlatmaya çalışan Green Book, bunu ne kadar başarabildi büyük bir soru işareti. Blackkklansman ve Green Book'un ortak bir sorunu var; zencilerin yaşadığı baskı ve eziyet beyazlar üzerinden anlatılmış. Blackkklansman'da Ku Klux Klan'i görürken Green Book'ta bir İtalyan adam görüyoruz. Zencilerin bu dönemlerde yaşadıkları bize aktarılıyor mu evet ama arka planda hala beyaz adamların yüce gönüllülüğü olmadan bugünkü konumunuza gelemezdiniz fikrini alıyorum. Green Book'taki diğer problemlerden biri film gerçek hayattan uyarlandı şeklinde pazarlanırken aslında ana karakterlerimiz Dr. Shirley ve Tony arasında filmde lanse edildiği kadar yakın bir arkadaşlığın bulunmadığının ortaya çıkışı. Ve işin daha da ilginç yanı başrol oyuncularının bu durumdan bihaber oluşu. Başta dediğim meseleye geri dönüyoruz. Sırf 'moda' diye ağır bir konuyu işlemek isterken gerçek bir hikayeyi bu derece değiştirmek hem onlarca ödül töreninde adaylıklar alan bir filme hem de karakterlere hayat veren başarılı oyunculara yakışmıyor. Bundan dolayı da ırkçılık meselesi, gerçeğin doğru bir şekilde yansıtılmamasıyla normalleşme ve değersizleşme dönemine giriyor. Green Book için içimden Mahershala Ali için izlenir demekten başka bir şey gelmiyor.

SORRY TO BOTHER YOU



Sanırım bu ay izlediğim filmler arasında en ilginç olan yapım. Bir yandan alternatif bir evrende telepazarlama hattında çalışan bir kişinin sorumlulukları ve hırslarıyla işinde yükselişini izlerken bir yandan da absürt bir sistem eleştirisiyle karşı karşıyayız. Bu filmde de ırkçılık meselesine değinilmiş ve kapitalist düzen kara mizahla eleştirilmeye çalışılmış. Bir sürü güzel detay ve ince dokundurmaların yanı sıra film boyunca kullanılan renkler, çekim tekniği ve başarılı oyunculuklar güzel bir film izlediğinizi iyice gözünüze sokuyor. Komik bir dille yapılan toplumsal düzen eleştirisi film bittikten sonra o kadar güldük de başımıza gelmez umarım tedirginliğini çok güzel hissettiriyor.

THE FAVOURITE


Geldik bu yılın şahsen beni acaba balon mudur diye oldukça çok düşündüren filmine. Herkeslerin tanıdığı isimlerden oluşan castı ve meşhur Yorgos Lanthimos yönetmenliğinde adeta reklama ihtiyaç duymayan bu filmde kraliçe Anne'ın hayatından bir kesit izliyoruz. Siyasi çekişmeler, güç savaşları, mental ve fiziksel açıdan zayıf bir kraliçenin bir değişik, aşk-muhtaçlık arasında gidip gelen durumu derken aynı anda birden fazla konunun bu kadar iç içe oluşu kafaları biraz bulandırıyor ama Yorgos bey bu durumun üstesinden gayet güzel geliyor. Film balon değilmiş, bu sonuca varabiliyorum. Muhteşem oyunculuklar ve kostümlerden kameraya ordan da ışık kullanımına kadar her teknik detayı ile kaliteli bir yapım. 


Neredeyse izlediğim tüm filmlerin Oscar adaylığı var, özellikle seçmişim gibi oldu ama derdim farklı filmler izlemekti. Bu şekilde aradan Oscar adaylarını da çıkarmış olmam işime gelmedi değil. Öncelikle popüler film dalını eklemeyen akademi, onca güzel film varken Black Panther'e en iyi film adaylığı vererek ne yapmak, nereye varmak istemektedir? Belli ki bazı sözler verilmiş, tepki çekince alın size adaylık denmiş. Whitewashing dendi, çeşitlilik yok dendi diye içinde zenci bireyler olan her filmi aday göstermek kadar akıl dışı bir durum olamaz. Gerçi yıl olmuş 2019, hala Oscar adayları ve verilen ödüllerin mantığını konuşmak ve ciddiye almak komik ama insan hayal ediyor, belki akademi artık kaliteli olmaya karar vermiştir diyor. Ve hayır, bir yıl daha böyle geçip gidiyor... Kıssadan hisse tabi ki herkesler gibi her ne kadar tüm aday filmleri izlememiş olsam da benim de tahminlerim var. Roma en iyi film dahil en az 4 ödülle döner. Olivia Colman en iyi kadın oyuncu, The Favourite en iyi özgün senaryo, Shallow en iyi özgün şarkı ve First Man en iyi ses miksajı ödüllerini alır diyorum. Bakalım kimler kazanacak. Oscar'ın eskisi kadar etkisi kalmamış olsa da insan bir heves ediyor, haksız mıyım?

Sizleri 8 filmin yorumları ve birazcık Oscar hayıflanması ile baş başa bırakıyorum.

İyi seyirler.

Yorumlar

Popüler Yayınlar