The Fifth Element
Leeloo Dallas. Multi pass.
Selamlar, bu yazımda kendi kendime The Fifth Element yorumlaması yapacağım. Katılmak için ilerleyiniz.
Geçen günlerde madem bilim kurguyu bu kadar seviyorum o zaman bu alanda yapılmış belli başlı filmleri izlemeye başlamalıyım diye düşündüm ve minnacık bir liste yaptım. Listemin ilk elemanlarından biri ise The Fifth Element oldu. Luc Besson'un, Lucy ve Leon'dan tanıyabilirsiniz, yazıp yönettiği 97 yapımı bilim kurgu-aksiyon filmi. Başrollerinde Bruce Willis, Milla Jojovich ve Gary Oldman'ı görüyoruz. Haydi ayrıntılara gidelim.
Genel bir özet yapmak gerekirse efektler açısından zamanının ötesinde filmlerden biri, ancak temada farklı bir şey görmüyoruz. Kötülüğe karşı çözüm arama, yolda yaşanan birtakım zorluklar ve aşk ile mutlu son. Karakterler ortalama bir bilim kurgu filmindeki gibi. Efektler ise 2200lü yılları gayet güzel yansıtıyor; uçan arabalar, uzay yolculuğu, silahlar... Filmdeki güzel ayrıntılardan biri ise Jean-Paul Gaultier tarafından tasarlanmış kıyafetlerdi.
Bruce Willis klasik cool ve iş bitirici haliyle karşımızda, ki kendisine başka bir rol yakışmıyor sanırsam. Bir de bu adam hiç yaşlanmıyor mu yahu, şimdiki haline bakıyorum bir de o haline sadece saçları dökülmüş. Neyse devam. Odasının tarzına bayıldım. Bayılmak derken her şeyin aşırı pratik olması ve pencerenize kadar gelen lokanta çok güzeldi. Ama benim gibi en kısa mesafe için bile bavullarca eşya taşıyan ve biraz da klostrofobisi olanlar için 'Gelecek buysa ben yokum' dedirtiyor. Yani en azından ben diyorum. Chris Tucker'ın canlandırdığı deli radyocu Ruby, filmdeki en harika karakterlerden biriydi, resmen renk katmış. Milla Jojovich'e söyleyebileceğim tek şey ne güzel bir hatunsun sen olacak. Başlardaki şaşkınlığı, sonrasındaki güçlü ama kırılgan kişiliği çok güzel yansıtmış. Gary Oldman ise kötü adam karakteriyle karşımızda. Bu adam bir şekilde her filmde var ve kesinlikle tanıyamıyorum. Salaklığının kurbanı oldu. Keşke biraz daha zeki olsaydı da ana karakterlerimizi birazcık daha uğraştırsaydı. Klasik bir kötü adam olmanın dışında pek bir özelliği yoktu. Kıssadan hisse sevgili yönetmenimiz senaryodaki basitliği görsellikle kapamaya çalışmış. Senaryosunu 17 yaşında yazmış olduğunu düşünürsek belki bu konuda onu alttan alabiliriz. Bir de evet Gora bu.
Geldik filmdeki sevdiğim sahne ve detaylara. En sevdiğim sahne opera sahnesiydi. Divanın sesi ne kadar güzeldi öyle, Korben gibi hayran hayran izledim. Ama şöyle bir durum var, o sahne bana Star Wars'u anımsattı. Tam olarak hangi film hangi sahne hatırlamıyorum ama sanki benzer bir şeyi izledik. Hatırlayanlar yazsın lütfen. Sahneyi aşağıya bıraktım, dinleyin de mest olun biraz.
Nucleolab, hani karakterimiz Leeloo'nun yapımından sorumlu olan laboratuvar, gibi bir oluşumun koskoca şehirde ufacık bir yerde olması bende içeride yapılan işin 'sıradan' olduğu imajını yarattı. İnsanların gelecekten ne kadar çok beklentileri var. Canlı bir iki hücreden elde edilen bilgi ile komple bir canlı oluşturmak ve bunu adeta mahalle arası bir dükkanda yapmak. Bina üzerinde giden metromsu araç. Ne diyeyim umarım bunlar olur da onca insan boşa hayal kurup film çekmiş olmaz.
Çerezlik bir film bu. Yemek yerken falan gideri var.
Selamlar, bu yazımda kendi kendime The Fifth Element yorumlaması yapacağım. Katılmak için ilerleyiniz.
Geçen günlerde madem bilim kurguyu bu kadar seviyorum o zaman bu alanda yapılmış belli başlı filmleri izlemeye başlamalıyım diye düşündüm ve minnacık bir liste yaptım. Listemin ilk elemanlarından biri ise The Fifth Element oldu. Luc Besson'un, Lucy ve Leon'dan tanıyabilirsiniz, yazıp yönettiği 97 yapımı bilim kurgu-aksiyon filmi. Başrollerinde Bruce Willis, Milla Jojovich ve Gary Oldman'ı görüyoruz. Haydi ayrıntılara gidelim.
Genel bir özet yapmak gerekirse efektler açısından zamanının ötesinde filmlerden biri, ancak temada farklı bir şey görmüyoruz. Kötülüğe karşı çözüm arama, yolda yaşanan birtakım zorluklar ve aşk ile mutlu son. Karakterler ortalama bir bilim kurgu filmindeki gibi. Efektler ise 2200lü yılları gayet güzel yansıtıyor; uçan arabalar, uzay yolculuğu, silahlar... Filmdeki güzel ayrıntılardan biri ise Jean-Paul Gaultier tarafından tasarlanmış kıyafetlerdi.
Bruce Willis klasik cool ve iş bitirici haliyle karşımızda, ki kendisine başka bir rol yakışmıyor sanırsam. Bir de bu adam hiç yaşlanmıyor mu yahu, şimdiki haline bakıyorum bir de o haline sadece saçları dökülmüş. Neyse devam. Odasının tarzına bayıldım. Bayılmak derken her şeyin aşırı pratik olması ve pencerenize kadar gelen lokanta çok güzeldi. Ama benim gibi en kısa mesafe için bile bavullarca eşya taşıyan ve biraz da klostrofobisi olanlar için 'Gelecek buysa ben yokum' dedirtiyor. Yani en azından ben diyorum. Chris Tucker'ın canlandırdığı deli radyocu Ruby, filmdeki en harika karakterlerden biriydi, resmen renk katmış. Milla Jojovich'e söyleyebileceğim tek şey ne güzel bir hatunsun sen olacak. Başlardaki şaşkınlığı, sonrasındaki güçlü ama kırılgan kişiliği çok güzel yansıtmış. Gary Oldman ise kötü adam karakteriyle karşımızda. Bu adam bir şekilde her filmde var ve kesinlikle tanıyamıyorum. Salaklığının kurbanı oldu. Keşke biraz daha zeki olsaydı da ana karakterlerimizi birazcık daha uğraştırsaydı. Klasik bir kötü adam olmanın dışında pek bir özelliği yoktu. Kıssadan hisse sevgili yönetmenimiz senaryodaki basitliği görsellikle kapamaya çalışmış. Senaryosunu 17 yaşında yazmış olduğunu düşünürsek belki bu konuda onu alttan alabiliriz. Bir de evet Gora bu.
Çerezlik bir film bu. Yemek yerken falan gideri var.
Yorumlar
Yorum Gönder